31.01.2016


"Bakma hemen ruhumun içine. Önce bir kulak ver bana."

Sanki kurak bir tepenin üzerinde kalakalmışız gibi sarıyordu soğuk. Neşenin ve beklentinin gürültüsüne doğru ilerledik. İlk adımda yüzümüze vuran sıcak burnumuza vuran  havasızlığın üstesinden geliyordu. Bu akşam yeni biri vardı sahnede. Gece gibi bir tenin ardından yükseliyordu rock müziğinin son kırk yılı. Sigara yasağına yandım bir an. Buraya sigara dumanı çok yaraşırdı. Bir şarkı başladı aniden, akustik gitarın telleri içimde vuruyordu havaya. Yavaş yavaş bir rüyaya dalar gibi çekildim zihnimden içeriye. Unuttuğum odalarına gittim aklımın. Unuttuğum kokuları duydum. İlerledikçe zaman, durduğum yerde daha çok kayboluyordum. Sorular arttıkça cevaplar azalıyordu. Bu havuz problemi çok korkutucuydu. Hiç sürpriz değil cevapların yerini soruların alması zamanla. Dinlediğim, biriktirdiğim tüm hikayeler elimin altında. Ben bunu bekliyordum. Sadece yolda belki bir iki yeni, sağlam cevap bulurum diye ummuştum. İnanmıştım hatta. Elimdeki tek şey cevaba çok yakın olduğum hissi ve onu asla yakalayamamanın boşluğu. O kadar anlamsız ki zihnimdeki savaşlar, anlatacak hiçbir kelimeyi bulamıyorum. Yeni bir dil lazım sanki anlatmak için, yeni bir din, yeni bir yer yüzü. Başka bir dünya belki. O zaman bile o dünyanın olmayacak ki anlattıklarım. Bugünü anlatacak dili bulsam, başka bir dünyanın efsanesi olup uçacak. O kadar anlık işte hayat. Daimi bir düşüş gibi, iç kaldıran bir şey. Dayanabilmenin tek yolu başını kaldırıp "belki de uçuyorumdur diyebilmek" mi acaba? Ayakların yere değmedikçe sürecek bir başka gerçeklik... Ya değerse? Onu da o zaman düşünürüz. Kaldı ki gidişata bakarak diyebilirim ki ayaklarımın yere değme olasılığı daha yarışmadan yeni bir dil bulma olasılığıma teslim olacak gibi...