3.10.2011

Paris Tefrikaları - 5

Paris'te Gece Görüşü


Guinness rekorlar kitabına girmeye aday şehir turumuzun ardından J'etem'ciğim bizi Paris'te bir Cuma gecesine davet etti...

Paris'te İkinci Gün - Akşam

Dünyanın en iyi arkadaşı olarak benim seçtiğim caz barı kontrole gitmiş ve son derece turistik ve vasat bir yer olduğunu keşfettikten sonra planı yedeklemişti. Bizse henüz tüm bu bilinçten habersiz kendimizi bir kez daha McDonalds'a attık. (Evet evet biliyorum, istediğiniz kadar kınayın, bizim de kendimize göre sebeplerimiz vardı... İleride siz gurmeleri de memnun edecek bölümler olacak ;) )

Aşırı kalabalık ve bittabi ağırkanlı McDonalds sırasından menülerimizi kurtarabildiğimiz anda kendimize bir köşe bulma savaşı başladı. Bistroların cennetinde McDonalds bu kadar kalabalıksa bir bildikleri vardır dedik :P

Yüzümüzdeki endişenin sebebini bir bilseniz!

Şaka bir yana tam hamburgerlerimize gömülmüştük ki Ezgi'ciğim dönüş biletinin adreslediği St. Etienne'e nereden servis olduğunu sordu. Bunun üzerine dehşete düşen J'etem bizi o korkunç gerçekle yüzleştirdi. Şoku atlatmaya başladığımız noktaya kadar St. Etienne Havalimanı'nın Lyon'da olduğunu ispat etmek için anlamsız bir enerji sarf etmesi de cabası... Maalesef hala muallakta kalan teknik hata sonucu Ezgi dönüşünü Paris yerine Lyon'dan almıştı. Her ne kadar akşamımız minimum derecede terörize olmuşsa da atlatması zor bir geceydi diyelim...
Neyse ki kendimizi toparlayıp bir çözümün arayarak bizim vasat bardan sevilen bir bistroya doğru yola koyulduk.


İyi ki bu esnada Centre George Pompidou'nun yanından geçmişiz, zira bir daha fırsatımız olmayacaktı. (Kimseyi kızdırmak istemem ama J'etem mimari harika dese de benim kanım pek ısınmadı. Ama değeri duvarından ziyade içiyle ölçülür pek tabii, bir dahaki sefer listemize aldık tabii...) Yürümeyi severim ama bir an yol bitmeyecek sandım. Ile de la Cité'nin bir yanından öbür yanına vurup Centre Pompidou'yu da geride bıraktıktan kısa bir süre sonra bistromuzu bulduk.

 
Her derdin devası belli...ve ben tatlı şarap severim ne var!

Büyücek bir masada oturan iki kişinin yanına beş kişilik bir ekip olarak konuşlandık. Pek tabii amacımız sonra bu kişileri def etmekti ama oldukça dişli çıktılar. Bir müddet dikkatimizi yemek üstüne utandaman sipariş edeceğimiz atıştırmalıklara verdik. Ama en nihayetinde aramıza başka arkadaşların da katılacağı netleştiğinde bu savaşa bir son vermek zorundaydık. Kim kazandı dersiniz?

Tabii ki biz! Ki daha Ivan gelmemiş, siz düşünün...

Mebzul miktarda şarap, atıştırmalık ve muhabbet sonrasında, kadro da tamamlanınca sıra Duc des Lombards'a gelmişti. Yerlerimizden doğrulduk ve yola koyulduk.

Ve işte Ivan da gelmişşşş... 

İçeri buyur edildiğimizde alt kat tıklım tıkıştı. Üst kata yönlendirildik. Üst kat da tam aksine Bizi beklermişcesine bomboştu. Balkon kenarına sahne tepesine bir güzel yayıldık. Beyler biraya devam ederken Ezgi'yle bende hal kalmamıştı. Soda ve su en yakın arkadaşlarımızdı seçenekler arasında. (Galiba Ezgi kola içmişti, amaan geçmiş zaman ne önemi var!) Müzik bir yana piyanoyu çalan arkadaşımız hayli ilgimi cezbetti ama o kısımlara girmeyelim - zira davulcunun hatrı kalır ;)

Bu fotoğraf uzun süre masaüstümdü işte...

Düz adam yorumlarımı kendime saklayıp geceye devam edersek... çok da başka bir şey yok. Jam session yıkmasa da dinleniyordu. Bizim keyfimiz yerindeydi. Dönüş otobüsümüzdeki manyak siyahi arkadaşlarla rastlaşmamız ve bize sarmalarını saymazsak, iyiydi iyi.

Orada olanlara kulak kabartmaya meraklı gençler için bir dünya kafamla aldığım iki parça kayıt, sizin için geliyor...

Varan - 1


Varan - 2




Her şey bir yana, Frankestein ailesinin Fransa'ya iltica etmiş Türk hali gibi değil miyiz?




Hiç yorum yok: