27.04.2012

Amsterdam Tefrikaları - 4

2. günün vasati özeti...

- devam -


Efenim işte gitarist abiden sonrası biraz bulanık :S ;) Dolayısıyla photo-story formatına geçip yavaştan uzayayım...

Neyse önce bir şekilde kendimizi Rembrandtplein'den koparıp sokaklardan dolana dolana aşağıya inmeye başladık. - Kime göre aşağı, neye göre aşağı...-

Bu ev batmıyor mu Allah aşkına?! 
Yani sanki fotoğrafın kadrajı da az bi yamuk ama... Bilemedim yahu.

Ev demişken benim dışımda herkes biliyormuş ama ben hala heyecanımı kurutamadım. Amsterdam'daki tüm binalardaki pencereler maaşallah eşşek kadar. Neden biliyor musunuz? - Evet herkes biliyor ama sölicem - Çünkü kapı ve merdiven aralıkları eşya geçemeyecek kadar dar ve insanlar taşınırken eşyaları pencereden sokuyorlar! Bunun sebep-sonuç sıralaması değişebilir ama sonuç olarak ben geniş pencere çok severim, o yüzden bu memleketi de sevdim...

Aha da bu kancalardan çekmek suretiyle kaldırılıp alınıyor eşyalar. 
Hatta binaların çoğunun ön cepheleri bu yüzden eğimli yapılmış. 

Pek çok Avrupa şehri gibi buranın da saçma sapan ilginç köşeleri var. Ama en çok da sergi-reklam karışımı sanat anlayışlarına hasta kaldım :S

Ne olduğunu hala çözemedik...

Turun bir noktasında heyecanla beklediğimiz an geldi. Efendim Seven Bridges diye bir yer varmış ve şehrin en güzel manzaralarından biri buradaymış. Çünkü iki kanalın kesişim noktasından yedi köprünün görünebildiği harika bir noktaymış. Gittik, gördük. Evet güzel de, kanal her yerde köprü her yerde, ayrıştığı tarafı pek kestiremedik. Ama ben bunu tamamıyla kendi düzlüğüme veriyorum, büyüklük ben de kalsın...

Bu arada ben döne dolaşa saydımdı da yedi çıkmadıydı galiba... :S

Döne dolaşa gezerken bir de Spinoza'ya rastlamayalım mı?

Çünkü bu pozu vermeyeni dövüyorlarmış

Ve en sevdiğim yanlarından biri Amsterdam'ın şu ki hiç çaktırmasa da pembe her yerde!

O kadar içim kalarak göz koydum ki, sittin sene satılmaz o elbise şimdi!

Bunca geziden sonra hostele dönmeye kalkarken vermediğimiz kadar mola verdik...


500 metrede sırasıyla 3 mola

Bu bir...

Bu iki ama aslında sayılmaz ki, 
Bertolt'u görünce poz vermek için oturdum sadece...

Bu da üç... 

Ama mekan gezmesinde hala bir sona varmamıştık. Hostele doğru giderken saatin farkına varıp yolumuzu Leidseplein'e çevirdik. Amacımız bugün Het Muziktheater'da bizi gezdiren hanımefendinin tavsiye ettiği dans tiyatrosunu bulmaktı ancak onu da başaramayınca rotayı yeniden hostele çevirdik, torbalardan kurtulduk ve Şuşu'nun arkadaşları ile buluşmak üzere yeniden Leidseplein'e yollandık.

Mutluyum Şekil A1

Benim 'İlla da caz bar göreceğim' diye üstün ısrarlarımı kıramayan iki centilmen ellerindeki en yakın caz bar olan meydandaki Cafe Alto'ya götürdüler bizi. Her ne kadar sonradan Franz Von Chossy Quintet'te klarinet çalan Alex 'Orası en kötüsüdür' dediyse de ben beğendim. Küçük, sıcak, Amerikanvari ve oldukça da eski olan mekanda emprovizasyon gecesiydi. (Buradan kötü çekilmiş de olsa bir videoyu en sonda bulabilirsiniz...)

Basic

Bir noktadan sonra baktım ki ekipte bet beniz atmış, tamam dedim ben caza doydum. Sonra Mert bizi Basic diye bir mekana götürdü. Fotoğraf müzesinin (FOAM) yanında yeni açılan bu mekana dışarıdan yiyecek getirmek serbest. İster gündüz toplantılarınızı ister akşam oyun partilerinizi burada gerçekleştirebiliyorsunuz. Toplu oturma gruplarının olduğu, on kişi gezen arkadaş gruplarının rahat edeceği alanları da mevcut. Müzik iyi, içki çok pahalı değil, ışık güzel. Daha ne olsun. Biz sevdik, size de tavsiye ediyoruz.

Ve gecemiz mutlu biter...

Cafe Alto'dan...

Hiç yorum yok: